Psikanalist D. Winnicott’un bu sözünü başlık yapmayı tercih ettim, çünkü sözünü edeceğim konuyu en yalın halde böyle ifade edilebileceğini düşünüyorum. Bir bebeğin doğumu üzerine düşüneceksek, aynı zamanda bir kadından ‘anne’ doğduğunu da düşünmeliyiz. Bu iki doğum da kıymetlidir, sancısı ömür boyu hissedilebilir.
Psikanalitik kuramcılar, anne-bebek ilişkisinin bebeğin ruhsallığına etkisi üzerine yıllar boyu düşünmüştür. Meseleye Kleincı bir bakış açısıyla bakmak gerekirse, bebek doğduğunda ilişki kurduğu bir meme vardır, bu meme bebek tarafından kendisinin bir parçası gibi algılanır. “Eğer bu içe yansıtılan ilksel nesne ben’de yeterince güvenli bir biçimde kök salabilirse, olumlu bir gelişimin temelleri de atılmış olur.” 1 Memenin algılanış biçimi, ileriye dönük olarak yaşamın algılanış biçimi halini alır. Yaşam kaynağı olan bu meme içi sütle dolu, bebeğin ihtiyacını karşılayabilen bir ‘iyi meme’ midir yoksa onu aç, yoksun bırakan ‘kötü meme’ mi? Bu iyi-kötü algısının oluşmasında annenin bebeği emzirirkenki ruhsallığı ve bebeğin ihtiyaçlarını algılayabilme kapasitesi önemlidir. Bebeğin ağlama sesinin tınısından karnının aç olduğunu anlayabilen bir anne, ihtiyaç duyduğunda onu emzirecek ve böylelikle bebek hayatını tehdit eden bir yoklukla yüzleşmeden ihtiyacını giderebilecektir. Aksi durumda ise bebek varoluşunun devamlı olarak tehdit altında olduğu, baş edemeyeceği bir yaşamsal ihtiyaçla -açlıkla- başbaşa kalacaktır. Aynı zamanda bu süreçte annenin ruhsal dünyası kadar, doğum anında ve sonrasında yaşananlar, çevresel koşullar da etkilidir. “Memeyle kurulan ilk ilişkide dışsal etkenlerin çok önemli rolü vardır. Eğer doğum zor geçmişse ve özellikle oksijen yetersizliği gibi sorunlar yaşanmışsa, dış dünyaya uyarlanma sürecinde bir sarsıntı olur ve memeyle ilk ilişki elverişsiz koşullarda başlar.”2
Meme, anneyi temsil eder. Çocuğun meme ile kurduğu ilişki sonrasında anneyle kurduğu ilişkiye evrilerek ‘ilk nesne ilişkisi’ adını alır. Bu ilişkinin taraflarından birisi olan annenin ruhsallığının bu süreçte etkili olduğunu belirtmiştim. Kadın önce zihninde bir bebek sahibi olmayı düşler. Doğum sonra gerçekleşir. Bilinç düzeyinde çocuk isteyen fakat bir türlü çocuk sahibi olamayan kadınların bilinçdışında bir bebeğe ve/veya anneliğe yer açıp açamadıkları sorusunu düşünebiliriz. Kadının oldukça hassas olduğu ve devamlı olarak ruhsal çatışmalarıyla yüzleştiği bu annelik yolculuğu, aynı zamanda kendi çocukluğuna regresif bir yolculuktur.
Diyebiliriz ki; bebek doğup da annesinden ilk sütünü emmeye başladığında, anne ona yalnızca sütünü değil, kendi ruhsal dünyasından bebeğe düşen payını da aktarır. Annenin gözüne bakan bebek, oradaki yansımasından kendisinin varlığına dair bir fikir edinir. Varlığı bu dünyada coşkuyla karşılanmışsa, bebek sevgiye değer olduğunu deneyimler. Öte yandan annenin depresif bakışları bebeğin üzerindeyse, bebek o gözlerde ışıltı göremeyecek ve dünyadaki varoluşuna dair kaygı duyacaktır. Yaşamın yeterince iyi olduğuna bir türlü ikna olamayan, büyük-küçük her meselede yoğun kaygı hisseden, varoluşundan mutlu olmakta zorlanan kişileri anlamak için belki de biraz geçmişe giderek, bu duyguları hangi bakış altında deneyimlediğini tekrar düşünmeliyiz.
Yararlandığım Kaynaklar:
Yararlandığım Kaynaklar:
1,2 . Klein, M. (2018). Haset ve Şükran. Çev: O.Koçak, Y.Erten. İstanbul: Metis Yayınları.